Bende bu fırsattan faydalanarak on
günlük bir Anadolu havası solumaya ve Anadolu’nun kadimden gelen bazı
kültürlerini yakından görmeye ve de yaşamaya orta Karadeniz bölgesinin
1,100 metre rakımlı bir dağ köyüne, yani doğduğum köye gittim. Otuz
yıldan fazladır İstanbul’da yaşayıp, kurulu düzenlerini terk ederek son
iki yıldır bir daha geri dönmemecesine oraya yerleşen annemi ve babamı
ziyaret, keyifli bir tatile dönüştü.
Bu on iki günlük tatilde
tarifi imkansız duygular yaşadım. Bir yanım da geçmiş diğer yanımda
gelecek ve ikisinin ortasında ben. Kimi zaman, son üç-dört yıldır peşine
düştüğüm “bütünlük” ve “biz” kavramlarının köklerine rastladım, kimi
zaman ise ayrımcılığın ve ötekileştirmenin pençesinde kıvranan köylüleri
gördüm. Doğa mı doğa ise her zaman ki gibi harikalar yaratıyor, kendi
kuralları her zaman çalışıyor. Eskiden ekilen dikilen ve şimdilerde
tarım yapılamayan arazileri tek tek geri almış. Her bir yan; çam ve
kayınların bayram yeri.
21. yüz yıl Anadolu köylüsünün durumunu
anlamak için sadece şöyle bir çevrenize bakmanız, yetiyor. Etrafa
baktığınızda ekilemeyen araziler, boşalmış köyler bir gerçeği gözler
önüne seriyor. Oralarda yaşam olanaksızlaşmış. Koşullar değişmiş,
değişen koşullar içerisinde en çok da değişen insanın kendisi sanırım.
Zira eskiden beraber yaşayabilen bu insanlar artık birlikte
davranabilecekleri hiçbir sosyal etkinlikleri kalmamış. Gençler İstanbul
veya diğer büyük kentlerde evleniyor, nüfusun yüzde doksandan fazlası
büyük kentlerde olduğundan ölümleri de oralarda oluyor, cenazelerinde
bile buluşamıyorlar. Birlikte su içtikleri pınarlar artık tesisatlar
çekilerek evlerin içine girmiş, çeşme başı sohbetleri yerini
televizyonlara bırakmış, köylünün gündemi filanca dizinin bilmem hangi
karakteri olduğundan, kendi komşusunun derdini de mutluluğunu da görmez
olmuş. Herkesin ekmek pişirdiği ve köyün meydanına kurulan isli
bacalarıyla birçok fotoğrafa konu olan ekmek fırınlarının bugünlerde tek
ziyaretçisi, sabahları arsız, arsız korna çalarak önünde bekleyen ekmek
arabası. Nerede o eski çocukluğumun köy günleri.
Bayram günlerin
de salıncaklar kurar hep birlikte sallanırdık. Bu salıncaklar, yüksek
bir ağaca, iki ucundan bağlanan kalasla asılırdı. İki başında birer kişi
ayakta salıncağa hız verir, ortada da beş altı çocuk oturur hep
birlikte sallanır, birlikte türküler söylerdik. Köyün her bir köşesinde
bir bayram havası hissedilirdi. Eskiden türkülerde de, komşulukta da,
işte ve güçte de, birlik vardı ve tadı her zaman ki gibi güzeldi,
herkesin yüzü gülerdi. Şimdiler de ise o gülen yüzleri görmek pekte
rastlanır bir durum değil. Bayramların dışında de, hep birlikte eker,
hep birlikte biçerlerdi. Düğünlerini ve bayramlarını hep birlikte
karşılar hep birlikte hüzünlerini yaşarlardı. Uzun kış günlerinde
toplumsal bellek hep birlikte ve aynı masallarla destanlarla ve aynı
öykülerle beslenirdi. Elbette ki farklı olanları da vardı. Ama onlarda
bu farklılıklarını, kendini beğenmişliğe böbürlenmeye götürmezken,
toplumdan da dışlanmazlardı, köyün faizcisi hariç.
Köyde, kentte,
şehirde nerede olursak olalım, diğer insanlarla birlikte davranmayı
öğrendiğimizde her yer cennet gibi oluyor. Birlikte iş yapmak, birlikte
ağlayıp birlikte gülmeyi becermek insanın insana eklediği en kutsal
niteliktir. Birlikte bütün değerlere sahip çıktığımızda zenginleşmek
kaçınılmaz bir sonuçken, birliği beceremediğimizde dünyanın en zengin
coğrafyasında bile yoksullaşıyoruz. Anadolu dediğimiz beşik hepimizi
aynı beşikte büyütmüş, hepimize aynı suyu vermiş ve kursağımızda
lokmamızla dünyaya getirmiş bizi. Bu kadar şanslıyken biz, nasıl oluyor
da biz bu ülkede bu kadar yoksullukla uğraşıyoruz biliyormusunuz? Bence
doğa bize bir mesaj veriyor, diyor ki birlikte davranabilirseniz ödül
benden beceremezseniz ceza da bende var.
Sektör olarak bu mesajı
doğru okumamız lazım. Ya dünyanın en şanslı coğrafyasında birlikte
davranır dünyanın merkezi oluruz, ya da bunu beceremeyip başka birlik
cephelerine tabii oluruz. Tercih hepimizin.